Galatasaray Dergisi 30 yıldır spor basınının içinde yer alan Bülent Tuncay’a 6 sayfa ayırdı…

Yazı: Tarık Ünlütürk

Fotoğraf: Murat Yıldız

A’dan Z’ye Gazeteci

Türk spor basının en deneyimli kalemlerinden Bülent Tuncay ile karşılıklı oturduk. Spor basınından başladık, Türk spor tarihini konuştuk, Galatasaray’dan dem vurduk ve endüstriyel futbola uzandık.

İsterseniz en baştan başlayalım Bülent Abi. İktisat mezunusunuz ama spor gazeteciliğine uzanan meslek yaşamınız var.

İktisat ve sosyoloji; iki bölüm bitirdim. Spor yöneticiliği konusunda Marmara’da yüksek lisans yaptım ve aynı zamanda Marmara Üniversitesi BESYO’da hocalık yapıyorum. Aslında kafamda hep spor vardı, dayım da gazeteciydi. Fehmi Özgüler’in yeğeniyim. Kendisinin vesilesiyle başladım bu mesleğe. Arkasından da devam ettim. 1989 yılında Hürriyet gazetesinde kadrolu olarak başladım. Güneş gazetesinde ise stajyer olarak çalıştım. Amatör branşlar ile 2. ve 3. liglerdeki maçların haberlerini ve fotoğraflarını hazırlıyordum. Mesleğe foto muhabiri olarak başlamıştım ve amatör ligleri takip ediyordum. Vefa Stadyumu muhabirliği yaptım. Şimdi stadyum muhabirliği kalmadı ama eskiden önemliydi. Cumhuriyet, Güneş ve Tercüman gibi gazeteler tam sayfa bazen iki sayfa İstanbul Amatör Ligi’ne yer ayırıyordu.

Evet, eskiden çoğu gazetede İstanbul Amatör Liglerinin sonuçları ve fotoğrafları verilirdi.

Spor basının çok görkemli zamanlarıydı. O dönemlerde İstanbul Amatör Ligi de çok önemliydi. Stadyum muhabirliği çerçevesinde çeşitli statlarda hafta sonları sabahtan akşama kadar çalışırdım. Vefa Stadyumu’nda o zamanlar ışıklandırma yapılmıştı. Gece 22’ye kadar maçlar vardı. Akşamüstüne doğru profesyonel maçlar oynanırdı. Vefa’nın ya da Karagümrük’ün maçı varsa, onlar oynanırdı. Bu şekilde başladım. O zamanlar cep telefonu yoktu. Jetonlu ankesörlü telefonlardan arıyorduk gazeteyi. Ama şöyle bir tehlikesi vardı, kuyruk olurdu telefon kulübesinde… Kaç maç oynandıysa kısa zamanda vermen gerekiyordu. Çok farklı bir dünyaydı. Spor basını çok başka şartlar altındaydı.

Hayat devamlı olarak ilerlerken kendi içinde gelişim ifade eder ama Türk spor basını için herhalde aynı gelişimden söz edemeyiz. 80’lerden bu yana gelişen yazılı spor basını artık duraklama devrine mi girdi?

Kısmen katılabilirim Tarık sana. Teknolojik anlamda spor basını dünyada en hızlı değişim gösteren yapılardan biri. Özellikle foto muhabirliği. Dünyanın asla gerisinde değil, müthiş bir atakla teknolojiyi takip ederek ve teknolojik gelişmeleri Türkiye’ye getirerek bu açığı kapattı. Mesela Güneş gazetesinde ben stajyerken Şansal Büyüka’ydı spor müdürümüz. Bütün servis fotoğrafları beklerdik, çünkü fotoğraflar üzerinden sayfa tasarlanırdı. İkincisi başlıktı, bir manşet için saatlerce kafa yorulurdu. Herkesin fikri alınırdı hatta çaycıya bile sorardı Şansal abi… Çok çarpıcı başlık bulunduğu zaman bulana ödül verilirdi. Teknik olarak bugünkü imkanlardan uzaktık. 30-40 kilogram ağırlığındaki telefoto, negatiften fotoğraf çekme zorunluluğu, dia filmler, 36 karelik kasetler… Şimdi binlerce fotoğraf çekebiliyorsunuz. Mustafa Denizli röportajına gitmiştim. Hilton Oteli’nde yapmıştık röportajı. Orada röportaj yaparken bizim patron Erol Simavi de oradaymış… Mustafa Hoca’nın röportaj sırasında üç kaset fotoğrafını çektim. Ertesi gün uyarı gelmiş. “Üç makarayı neden ziyan ediyorsun” diye. Telefoto ile deplasmana giderdik, diayı çıkarırdık negatif kasetleri takardık. Soğuk banyoyu statta kendimiz yapardık. Sonra makineyi takardık, telefoto üç renk geçerdi İstanbul’daki merkeze. Hat kopması diye bir şey vardı. Şimdiki gibi sağlam değildi hatlar. Özellikle yurt dışı hatları. Bir renk 15-20 dakikada düşerdi. Bir maçta maksimum iki, çok çok denk gelirse üç tane fotoğraf geçilebilirdi. Onlar da ilk 10 dakika çektiğin fotoğraflardır. Başka türlü zaten yetişemezdi. Şimdi foto muhabirliği o teknolojik değişimi yakaladı. Dijital olarak 300-500 tane çekiyorlar ve anında merkeze gönderiyorlar. Hatta kadrajını foto muhabiri kendi yapıyor. Meşhur bir hikâye vardır. Ali Naci Küçük’ün babası Mahmut Küçük foto muhabiriydi Hürriyet Gazetesi’nde… Fotoğrafa top yerleştirme siyah beyaz karelerde çok olurdu. Bir gün Mahmut Küçük’e şefi demiş ki, “Bu top yerleştirme işini yapanlar var ama ben kül yutmam, sen benden top yerleştirilmiş fotoğraf geçiremezsin.” Mahmut Küçük de gülmüş “Ben kaleciyi sonradan eklediğim fotoğrafı geçirdim” demiş. Böyle çok enteresan anılar olurdu. Ama gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve patronları bu değişimi yakalayamadı. O yüzden yazılı basın şu an bu sıkıntıyı yaşıyor. Taşra baskılarına gece başlayan maçları yetiştiremeyen gazeteler var. Herkesin anlık takip ettiği bir çağda sen hala 40-50 sene önceki teknoloji ile var olamazsın.

Dijitale mağlup olma durumu var. Artık basılı medya ortadan kalkarken dijital üzerinden sosyal medyayla birlikte yeni medya oluşuyor aslında.

Medya şekil değiştiriyor. Medya hiçbir zaman yok olmaz. Antik çağda şairler ilk gazetecilerdi. Aktarıyorlardı. Maratoncular; onlar da haber iletiyordu. Bunların hepsi haberin her zaman var olacağını bize gösteriyor. Şekil değiştiriyor. Yazılı basının üzerine televizyon ve radyo geldi, internet geldi, şimdi de sosyal medya geldi ve her şeyin üzerine çıktı. İnsanlar sosyal medyadan birçok şeyi takip eder hale geldiler. Bu değişim hep yaşanacak. Yarın da başka bir şey çıkacak.

Siz mesleğe foto muhabirlikle başladınız. Aslında genelde bu işin tozunu yutmuş kişiler foto muhabirlikle başlar. Daha sonra ise köşe yazarlığı ve basın yöneticiliği geliyor. O geçiş nasıl oldu?

Bu mesleğe foto muhabir olarak başlayanlar arasında fotoğraf çekmeye devam edenler çoğunluktadır. Hayata bakışı farklı olanlar ise editör, köşe yazarı ve yayın yönetmeni olarak o basamakları tırmanıyor. Foto muhabirlik çok kolay değildir. Herkes yapamaz. Fenerbahçe’nin eski stadyumu İstanbul’un en çok rüzgâr alan stadyumuydu. Rüzgâr bir kale arkasından girer, öbür kale arkasından çıkar, bizim ciğerlerimizi de götürürdü. Bursa ve Trabzon’da rakip kale arkasına geçip fotoğraf çekmek kolay değildi. Korkardık ama mecburen giderdik. Müdür senden Galatasaray’ın Fenerbahçe’nin Beşiktaş’ın golünü istediği için Bursa’nın kalesinin arkasına geçiyorsun. Bunun da bedelini şahsi olarak ödüyorsun! Fenerbahçe Stadyumu’nda bir gün öyle bir rüzgar öyle bir soğuk vardı ki, deklanşöre basamadım, parmağım donmuş. Bir saniye geç kaldım ve golü kaçırdım. Foto muhabirlik zor iştir. Ara Güler’i getirin stadyuma, maç fotoğrafı çekemez. O başka bir şey. Göz ister, kadraj ister, refleks ister… Yıllar sonra oturur o refleks. Doğru açı ve hızlı hareket. Bir saniye geç kalırsanız o an gider.

Fotoğrafta üç tane ödülünüz var, onların hikayelerini sizden dinlemek isterim. 

Bir tanesi Bolu’daydı. Boluspor – Trabzonspor maçında, Boluspor teknik direktörü Şenol Güneş’ti ve ters açı yapmıştım. Maçta da doğru düzgün fotoğraf yoktu. Bir hava topu mücadelesinden aldım fotoğrafı. Bir diğeri basketboldaydı. Bir tanesi de güreş fotoğrafıydı. Ters açıdan iki güreşçinin ayakları minderde değil, tamamen yüksekteydi. Kolları ise yerdeydi. Çok enteresan bir fotoğraf çıkmıştı ortaya. Bir futbol, bir basketbol ve bir güreş haberiyle aldım.

Köşe yazarlığına geçiş nasıl oldu. Foto muhabirlikten mutfağın öbür tarafına geçmek.

Foto muhabirlik kadrosu çok güçlüydü. Biz çok yetenekliydik ama büyük isimleri de aşmak kolay değildi. Çok güçlü kaleler, yılların tecrübeleri vardı. Selahattin Gökhan vardı, Kıbrıs Barış Harekâtını takip eden, istihbarattan çok deneyimli çok usta. Atılay Kayaoğlu, meşhur siyasi olayların, örneğin Deniz Gezmiş olaylarının, ö dönemin istihbarat şefi… İlyas Namoğlu ve Ruşen Güven de öyle… Bir de foto muhabir teknolojik değişime yatırım yapmalı ama ben yapamadım. Elim de kalem tutuyordu. İhtiyaçtan ve benim de şartlarımdan dolayı böyle değişim yaşandı. Sonra yazı yazmayı sevdik. Editör oldum Hürriyet’te. Ardından yöneticilik süreci başladı. 1999’un sonlarında Altan Tanrıkulu aradı. Yeni Bin Yıl Gazetesi çıkacakmış. Görüşmeye davet etti. Ben de yazılarını takip ediyordum Sabah grubunda. Işıltısı olan bir adam, tanışmak için gittim. İyi bir teklif geldi ve Sabah grubuna geçtim.

g

 

Siz Hürriyet ve Sabah gruplarında çalıştınız. 90’lı yıllarda bir anlamda ezeli rakip olan bu iki grup arasında nasıl bir fark vardı?

Hürriyet’te tamamen hiyerarşik bir yapı vardır ve çok katıdır. Asansöre binmeye kadar her şey kurallara bağlıdır. Çok gelenekçi bir sistemdir ve o geleneklerin dışına çıkmak mümkün değildir. Hürriyet’te mesela bir dergi yapacaksın, projeyle ilgi önce fizibilite çalışması yapılır, sonra reklam servisi çalışma yapar, dağıtım süreci konuşulur. Bunların raporlamaları falan bir buçuk – iki ayı bulur.  Sonra genel yayın yönetmeni ve spor müdürleri toplanır. Kararı verilir ve çalışma başlar. Sabah’a geçmiştim. Bir gün Altan geldi “Dergi çıkaracağız, Şut Dergisi” dedi. “Çıkarırız, ne kadar zamanımız var?” dedim. “Üç gün sonra” dedi. Orada üç ay, burada üç gün… Sabah’ın dinamikleri çok farklıydı. Çok dinamikti ve hiyerarşik yapı çok kolay değişebilirdi. Stajyer pozisyonunda giren veya yeni başlayan bir muhabir altı ay sonra şef pozisyonuna gelebiliyordu. Bu Hürriyet’te asla düşünülmeyecek bir şeydir. Eğer sende bir ışık görüyorsa kendi formatına uyuyorsa senin önünü açardı ve bir anda seni yönetici yapabilirdi Sabah grubu. Yani çok başka ekollerdi. Çok büyük şaşkınlık yaşamıştım. Benim açımdan çok sıkıntılı olmuştu bu geçiş dönemi.

Yapı Kredi Yayınları tarafından çıkarılan sizin hazırladığınız, Galatasaray Tarihi kitabınız var. Gerçekten çok önemli bir kaynak. Bu proje nasıl ortaya çıktı?

Ömer Ural Kükner, Yapı Kredi Yayınlarının genel yayın yönetmeniydi. Futbola ve spora tutkulu bir yönetici olunca bu yol açıldı. Aslında bu bir ekip çalışması. Galatasaray kitabında benim adım ön planda ama Altan Tanrıkulu’nun etrafında çok önemli spor tarihçileri bir araya geldi ve Sabah grubunda birleşti. Benim kendime göre çalışmalarım vardı. Murat Demiryas ve Mehmet Durupınar’ın önemli katkıları var. Aynı şekilde Beşiktaş ve Fenerbahçe için de kitaplar hazırlandı. Onlarda da önemli katkılarım var. Galatasaray kitabı da ekibin ürünüdür. Tek başıma yaptığım bir çalışma değildir. Bir ismin ön plana çıkarılması lazımdı, o da ben oldum. Galatasaraylı olduğum için Altan Tanrıkulu, “Senin ismini ön plana çıkaralım” dedi. Bir anonim çalışmadır.

Türkiye’de spor tarihçiliği konusunda ciddi anlamda sıkıntılar mevcut. Siz bu işle ilgilenen az sayıdaki insandan birisiniz. Nasıl özetlersiniz durumu?

Türkiye’de gerçek anlamda spor tarihi arşivciliği Galatasaray kulübündedir. O da bazı noktalarda dağınıktır. Mesela futbol federasyonun Türk futboluna ait verileri son 20-25 yılı kapsar. Ondan öncesi çok dağınık. Bir de karmaşık sistemler var; her maç yayınlanmamış, gazetelere aksetmemiş. Futbol Federasyonu’ndaki verilerin bir kısmı kayıp, doğru düzgün tutulmamış. Karanlık ve gri bölgeler oldukça fazla futbol tarihinde. 1950’lerde bir milli maç oynanmış Türkiye-Mısır arasında… Skorunu yazıyor fakat maçın ama kadrolarında çelişki var. Hürriyet’teyim o sıra… Turgay Şeren geldi. “Sizin milli forma ile ilgili rakamlarınızda bir şey var, takıldım aşamıyorum. 50’li yıllarda Mısır ile maç yapmışsınız ama kayıtlarda gözükmüyorsunuz” dedim. O da gülerek, “O zamanlar hükümet karar aldı. Milli takım ikiye bölündü. Bir takım İsrail’e bir takım Mısır’a gitti. Aynı gün iki maç yapıldı” dedi. Maçın biri gözüküyor resmi kayıtlarda, diğeri gözükmüyor. 1910-1920’lerden bahsetmiyorum, 1950’lerden bahsediyorum. O zaman bile arşivcilik yok, bilgilerin biriktiği bir havuz yok. Çok zor, iğne ile kuyu kazmak gibi. Hala geçmiş tarih ile ilgili yanılgılar ortaya çıkabilir.

Galatasaray’dan bahsettik ama şunu da sormam gerekiyor. Nasıl Galatasaraylı oldunuz?

Aslında benim birinci takımım Galatasaray değildir. Benim birinci takımım Vefa’dır. Vefa Stadyumu’nda başladık dedim ya foto muhabirliğine…. Karagümrüklüler bizi çok sevmezdi. Biz Vefaylıydık. Galatasaraylılığım da dayımdan dolayı, Fehmi Özgüler’den gelir. İlk olarak Galatasaray-Altay maçına gittim. Mustafa Denizli’nin Altay’da forma giydiği son maç. O zaman Galatasaray’a sempatim vardı ve ilk stadyuma gidişim o maçta olmuştu.

Babam ve annem çok fazla futbol ile ilgili değillerdi. Takım konusunda bir tarafları yoktu. Okulda da o zamanlar azınlıktık. Diyelim ki otuz kişilik bir sınıf var; 17-18 kişi Fenerbahçeliydi, 7-8 kişi Galatasaraylıydı, 3-4 kişi de Beşiktaşlıydı. Galatasaray’ın şampiyonluk yaşamadığı seneler rutindi. Biz o zaman acıyı ekmek ettik, yiyorduk. Derwall gelince bir şeylerin değiştiğini anladık. Derwall, Galatasaray’ın spora ve futbola bakışını değiştirdi. Fotomaç gazetesinde bir yazı dizisi oluşturdum, “Galatasaray bu günlere nasıl geldi” diye. O zaman Ali Uras Başkan ile röportaj yapmıştım.  Dedi ki, “Derwall Florya’da çim olmazsa olmaz diyor. Fakat biz geliyoruz gidiyoruz çimler tutmuyor. Kargalar tohumlara musallat oldu. Bunun üzerine bende elimde çifte ile kargaları beklemeye başladım.” Bu anısını ilk kez benimle yaptığı röportajda anlatmıştı. Belki yakın çevresine bahsetmiştir ama ilk kez basına benimle yaptığı röportajda açıkladı. Galatasaray kolay gelmedi bu noktaya… Bana sorarsanız Derwall’in bakış açısını değiştirmesiyle geldi. Daha sonra Galatasaray’da bir model oluştu ve bugünkü yönetime kadar ulaştı. Önce Galatasaray değişti, sonra Türk futbolu… Ve artık bugün çocuklarımızın sınıfına giriyoruz. Tersine bir tablo var. Yüzde 50 Galatasaraylı var; yüzde 30 Fenerbahçeli, yüzde 20 Beşiktaşlı…

Siz aynı zamanda sosyoloji okudunuz. Türkiye’de taraftar profiline dahil şöyle bir tespit var. Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarını ayırıcı özelliklerden bahsedilir. Sizce böyle bir aidiyetten söz edebilir miyiz?

Aslında kısmen vardır ama Avrupa’daki gibi ya da Latin Amerika’daki gibi bir ayrıma gidemeyiz. Celtic-Rangers mezhep ayrılığına dayanan ve buna göre şekillenen bir rekabettir. River Plate – Boca Juniors etnik kökene ve sosyal şartlara dayanan bir rekabettir. Bizde ise çıkış noktasında daha sonra sosyoekonomik değişime uğrayan bir rekabet alt yapısı var. Bizimle Avrupa arasında şöyle bir fark var. Avrupa’da, Almanya ve İtalya gibi ülkeler çok sonra birleşik devlet haline gelmiştir. Site devletleri olduğu için köklerinde, kent kimliğinin çok baskın olduğu sosyolojik tabandan gelen ve kolay kolay taraf değiştirmeyen kültürel yapılara sahipler. O yüzden bir Manchester taraftarını Liverpool’da bulmak çok kolay bir şey değildir. Ya da Paris’te Marsilya taraftarını mumla ararsın. Oysa Türkiye kültürel olarak merkezi yönetim devletleridir. Mete Han’dan itibaren Türk tarihini alırsak tek lider ve merkezi imparatorluk modelleri vardır. Bu imparatorluk modelleri her zaman göçlerle birlikte her yerde devam etmiştir. İran’a geldiğinde Safeviler ile devam etmiş, Hindistan’a gittiğinde Babür İmparatorluğu’yla devam etmiş… Tek adam, tek devlet anlayışını Türkler her gittiği yerde uygulamışlar. Bu da merkezi güç oluşturmuştur. Avrupa’daki gibi bölgesel yapılanmalar belirleyici değildir. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti de aslında bu 2500-3000 yıllık geleneğin devamı… Merkezi bir yapı vardır. Bu merkezi yapının kimliği Cumhuriyet döneminde Ankara’ya kaysa da ticari, ekonomi, kültürel merkez İstanbul’dur. Buradaki kulüpler Cumhuriyet’ten eski köklere ve tarihlere sahipler ve aynı merkez devlet anlayışında olduğu gibi Anadolu’ya yayılmışlar. Trabzon dışındaki 80 vilayette kent takımlarının taraftarlarının fazla olduğu kent yoktur. Buna Bursa ve Eskişehir gibi çok güçlü köklü futbol kentleri de dahil. Bu tarihsel birikimden ve merkeze bakış açısından kaynaklanır. Bizde batıdaki gibi etnik ve ekonomik ayrımlar yapamazsınız. Bir ailede hem Fenerbahçeli hem Galatasaraylı bulabilirsiniz. Bahsettiğin ayrım en fazla semtten ve o semtlerin sosyal ekonomik durumundan kaynaklanabilir.

Ama kapalı devre olarak da olsa bir dönem belli aidiyetler yaratılmaya çalışılmış… 

Bana sorarsan Sevgili Tarık bu biraz zorlamadır ve özentidir. Dediğim gibi hepsini bir arada tutan başka bir sosyolojik bir taban vardır. Galatasaray’ın aristokratik bir yapı olduğunu entelekteüel bir birikimden geldiğini söyleyebiliriz. Fenerbahçe’nin sosyoekonomik olarak üst katmandan gelen insanların ağırlıklı olarak sempati duyduğu ama bu noktadan da sermaye gücüyle halka yayıldığı ifade edilebilir. Beşiktaş’ın da proleter bir taraftar kitlesi olduğunu genel olarak söyleyebiliriz. Çıkış noktası olarak da en büyük değişimi Beşiktaş göstermiştir. Aslında “Arabacılar” diye dalga geçilen takıma söylenen “Arabalılar”dır. Yani saraylıların kurduğu, antrenmana bile arabayla gitme ayrıcalığına sahip olan sarayda çalışanların çocuklarıdır. Bugün ise farklı bir profil söz konusu.

Aslında takımların aidiyetinden çok futbolun kendi aidiyeti tartışılmalı belki de. Trafik ve tribün prizmada yer alan tüm kitlelerin aynı anda yer aldığı iki mecra. Fakat artık tribünlerde futbolun ekonomik şartları gereği halkın tüm katmanlarını bulmak pek olası değil galiba. Katılır mısnız?

Ben bir yazı yazmıştım; endüstriyel futbol gerçeğinde ekonomik olarak sosyal tabandan gelenlerin artık tribünde yer bulma şansı çok fazla yok diye…  Almanya Ligi gibi Türkiye Ligi’nde de kale arkasında koltuklar sökülmeli, fiyatları uygun hale getirilmeli ve gelir düzeyi düşük gruplar ve öğrenciler için ekstra tribün yapılmalı. O kısım beş bin kişi alacaksa koltuklar sökülüp sekiz bin kişilik bir tribün oluşturulabilir ve fiyatlar düşürülebilir. Ama bu da çok zor, artık mecburen parası olan seyirci geliyor maça. Şu anda bir sorun yok gibi ama zamanla alışkanlıklar dolayısıyla yeni profiller ortaya çıkacak. Ekonomik olarak alt katmanlar tribünden çekilmek zorunda olacak bir zaman sonra.

Futbol denilince taraftarın takımına duyduğu bir bağlılık var. Bu ekonomik temelli değil, duygusal altyapısı olan bir ilişki. Başta Akdeniz ülkeleri olmak üzere kıta geneli için geçerli. Taraftarların takımlarına duydukları bir aşk var ama o da bu şartlar altında ne kadar dayanabilecek, meçhul.  

Endüstriyel futbol son 20 yılın gerçeği ve bunu engelleyebilecek bir mekanizma yok. Bir de bu kadar büyük ekonomik yapılarda çocuksu bakış açıları kalmıyor. Bu yüzden futbolun içine teknolojiyi koymaya başladılar. Mesela hakem hataları FIFA ölçülerine göre yüzde dört, yüzde beştir bir maçta. Bu Dünya Kupası’nda yüzde birin altına düştü. Bu yapı o kadar ekonomik bir kimyaya büründü ki artık o yüzde üç, yüzde dörtlük payını düzeltmek için bile işin içine teknolojiyi sokuyor. Taraftar açısından bakarsak kulüp sevgisi futbol sevgisinin üstünde. Eskiden tribündeki insanların çoğunun futbol altyapısından geldiğini görürdüm. Amatör futbolcu, mahallede top oynayan genç ya da bu oyunu özümsemiş futbol sever vardı tribünde. Metin Kurt’un bir lafı vardır “Futbol borsada değil arsada güzel” diye ama artık büyük kentlerde futbol öğrenebileceğin arsalar yok. Lisanslı çok fazla sporcu yok. Maçlara giden kitlenin hepsi değil ama bir kısmı, hayatı boyunca çok fazla futbol oynamamış ya da en fazla halı sahada üç maça çıkmış insanlardan oluşuyor. Sahadaki futbolun gerçek anlamda analizini yapmıyorlar. Maalesef bu bir kısım kitle, para ödediği için “kazanacaksın” diyor. Galibiyet istiyor, futbolu izlemeye geliyor ama futbolu izlemekten çok mutlu olmaya ve galibiyete geliyor.

Bu ekonomik koşularda Türk futbolunun yakalayabileceği en büyük başarı ne olabilir?

Mircea Lucescu, Shaktar Donetsk’i çalıştırırken bir röportaj verdi. “Almanya’nın ve İtalya’nın doğusundan bir hat çizin ve geri kalanını Doğu Avrupa kabul edin. Doğu Avrupa’dan bir takım Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynuyorsa final oynamış olarak kabul edilmeli” demişti. Endüstüriyel futbol ve Bosman kuralıyla beraber yapı çok değişti ve denge tamamen beş Avrupa ligine doğru kaydı. Aradaki makas kapanmayacak ölçüde açıldı. Kendi liglerinde bile bu makas kapanmıyor. Bugün İspanya’ya gidiyorsunuz, ikili rekabeti izliyorsunuz. Bundan otuz sene önce Türkiye Ligi’nde ikili üçlü rekabet varken Almanya’dan, İspanya’dan beşli, altılı, onlu rekabet haberleri okurduk. Bugün tam tersi söz konusu oldu. Endüstriyel futbolun ve şartların, futbolda ekonomik adaletsizlikler yarattığı aşikar. Doğu Avrupa’dan bir takımın Avrupa Ligi’nde yarı final oynaması, final oynaması biraz daha mümkün gözükse de Şampiyonlar Ligi’nde yarı final oynaması, final oynaması mucizeye eş değerdir. Çeyrek final oynaması çok büyük başarıdır ve Galatasaray bunu başardı. Bu kadar zor şartlar altında Türk futbolunun Avrupa’da sıra dışı başarılara imza atması çok zor.

Kâr amacı güden sermaye grupları 2000’lerin başından bu yana oyunun içinde. Bizim ülkemizi gelecekte bu tip sermaye girişleri bekliyor mu?

Evet, çok büyük bir sermaye girişi var futbola. İngiltere’de bile artık İngilizlere ait bir kulüp yok. Futbol; dünyanın dört bir tarafından Tayland’dan Singapur’a, Çin’den Amerika’ya ve Rusya’ya kadar her ülkenin yatırım yaptığı uluslararası bir arenaya dönüştü. Benzer şeyler Fransa ve İspanya futbolu için de geçerli. Kulüpler artık yönetilemiyor, çok büyük bir borç sarmalı söz konusu. Türk futbolunun açmazı giderlerin gelirlerden  fazla olması. Bir de dövizin pozisyonu var ki, bu da baş edilebilir bir durum değil. Kulüplerin banka kredilerinin faizleri bile bütçelerde çok ciddi bir yer kaplıyor. Yabancı sermaye Türk futboluna girer mi, girerse nasıl bir reaksiyon görür. Bunu yaşayarak göreceğiz. Burada Almanya’ya bakmak lazım. Türk futbolu ve Alman futbolu yönetim yapısı olarak birbirine benziyor. Almanlar direniyor belli ölçülerde. Şirketler de kuruluyor ama neticede sosyal dernekler olarak devam ediyorlar. Biz burada şuna karar vereceğiz: Almanya modeli mi İngiltere modeli mi? İki modelde kendi içinde başarıya ulaşan modeller. Burada kararlılık, uzun vadeli plan ve denetim çok önemli.

 

Önceki İçerikArda Turan- Sinem Kobal’ın ‘aşırı seks’ davası 8 yıl sonra sonuçlandı. Erman Toroğlu ve Gökmen Özdenak tazminat ödemeye mahkum edildi
Sonraki İçerikUEFA Avrupa Ligi’nde yayın krizi çözüldü! Beşiktaş, Fenerbahçe ve Akhisar maçları beIN Sports’ta ve Youtube’ta…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz