DIEGO LUGANO SÜPER HİKAYEM’E KONUK OLDU

Süper Lig’e damga vuran isimler, Süper Hikayem’e konuk olmaya devam ediyor. Merakla beklenen Süper Hikayem’in bu haftaki konuğu, Fenerbahçe ile Süper Lig’e adeta damga vuran, namı diğer “Tota”, Diego Lugano! Uruguaylı efsane, Türkiye gelişinden attığı unutulmaz gollere, en unutamadığı maçtan en şaşırdığı ana kadar en özel anılarını Süper Hikayem’de anlattı.

Türkiye yolculuğu nasıl başladı?

Çok teşekkürler. Benim için İstanbul’a ve Türkiye’ye dönmem her zaman büyük bir keyif. Bunu dünyanın her yerinde de söylüyorum. Türkiye’de çok yoğun bir beş sene geçirdim. Belki de spor kariyerimin en yoğun beş senesiydi. Bunu hayat kalitesi açısından da söyleyebilirim. Çünkü İstanbul olağanüstü bir şehir. Burada iki çocuğum dünyaya geldi. Taraftarın bana gösterdiği sevgi ve değer inanılmazdı. Dolayısıyla Türkiye, İstanbul ve Fenerbahçe ile aramda bir bağ olduğunu hissediyorum. Bu benim gibi çok uzaktan gelen birisi için açıklanması zor bir his. Farklı bir dil, farklı bir kültür ve farklı bir din. Burada geçirdiğim dolu dolu beş seneden sonra hala İstanbul’a gelip gidiyorum ve kendimi evimde gibi hissediyorum. 

Transfer sürecin nasıl gelişti?

2006’da İstanbul’a gelmeden önce zaten tarihinizi biliyordum; Osmanlı İmparatorluğu. Ben lisede çok iyi bir öğrenci değildim ama tarih dersi çok hoşuma giderdi. O yüzden çoğu ülkeyi tanırım. Kulübü çok az tanıyordum. Gelmeden önce Alex ve Luciano’yu tanıyordum. Ne de olsa ikisi de Brezilya’da rakibimdi. Kulüp hakkında özellikle onlardan bilgi aldım. Ama Türkiye’yi zaten biliyordum. 

Türk futbolu hakkındaki düşünceleri neler?

Türk futboluyla ilgili olarak; tutkulu olduklarını biliyordum. Futbolu hissederek yaşıyorlar. Bizler Latin Amerikalılar olarak, özellikle de Uruguay’dan bahsedecek olursak, en azından biz öyle inanıyoruz ki; futbolun babasıyız! Çünkü ilk dünya kupası, ilk Libertadores Kupası… Yani futbol için tutku doluyuz. Doğrusu buraya çekincem olmaksızın geldim. Çünkü Türklerin bu ruhunu anlayabileceğimi düşünüyordum. Ama yine de geldiğim ilk günden itibaren burada farklı bir şeyler olduğunu anlamıştım. Anlatması zor… Ben bile burada futbol için nasıl bu kadar tutku olabileceğini anlatmakta güçlük çekiyorum. Bu ülkede de bizde olduğu gibi çok birebir ve tutkulu bir yaklaşım var. Maçlar yakından takip ediliyor. Hala daha Türkiye’de futbolun Güney Amerika’daki kadar ya da belki de daha yoğun bir şekilde yaşanması şaşırtıcı. Çünkü futbolda Brezilya, Arjantin ve Uruguay gibi ülkelerin dünyanın en tutkulu ülkeleri olmasını beklersiniz ama daha ilk günümde böyle olmadığını anladım.

Fenerbahçe’deki ilk maçın… 

Deplasmandaydık, çok iyi hatırlıyorum. İlk hatırladığım şey; şampiyonluk için olağanüstü bir baskı olduğuydu… Fenerbahçe’nin 100. yılından dolayı. İlk gün bana verilen mesaj, takımın şampiyon olması için getirildiğimdi. Takım, sezon sonu şampiyon olması için güçlendiriliyordu. O yüzden hemen yoğun bir baskı hissetmeye başladım. Buna hazır olduğumu düşünüyordum ama ilk maçlar kolay olmadı. Kulüpteki ortam da oldukça gergindi. Çünkü iyi bir sezon geçirmek ve şampiyon olmak gerekiyordu. Çünkü rakibimiz de 100. yılında şampiyon olmuştu. Üstelik ilk maçımızda deplasmanda, nispeten zayıf bir takıma kaybetmiştik. O gün burada oynamanın hiç de kolay olmayacağını anlamıştım. 

Kadıköy’de ilk maçta iki gol…

Unutmak imkânsız… İlk kez Kadıköy’deydim. İnsanların coşkusunu hissettiğim ilk maçtı. Zaten baskı olacağını biliyorduk. Bu karşılaşmaya şampiyon olabilmek için çıktığımız ilk telafi maçı olarak bakıyorduk. Attığım goller antrenmanlarda çalışmamın ürünüydü.  Alex’in kullandığı birçok serbest vuruş olmuştu. Tabii ki her antrenmanda bolca çalışırdık. Özellikle topa vurulduğu anda kimin nereye koşacağı konusunda. Bu iletişim her şeyi kolaylaştırıyor ve en iyi silahım olan fizik gücümü kullanmakta, bir başkasının yeteneğinden faydalanmak konusunda beni özgür kılıyordu. Aramızda hemen bir bağ oluşmuştu. Tabii ki ikimiz de zafere ulaşmak istiyorduk. O maç, bu grubun ileriki senelerde neler yapabileceğini gösteriyordu. 

İlk şampiyonluk… 

Adaptasyon sürecine ayıracak zaman yoktu. Şampiyon olmak şarttı. Bizi kulübe şampiyon olmak için getirmişlerdi ve 100. yıl baskısı da üzerimizdeydi. Taraftarlar hayal kuruyordu ve bu manada kulüp büyük bir yatırım yapmıştı. Mesaj çok netti; uyum sürecine ayıracak vakit yoktu. Şampiyon olmak şarttı. Sırrımız ne miydi? Olgun ve zafere odaklamış adamlardan oluşan bir grup Fenerbahçe’deydi. Bu adamlar, kariyerlerinin sonuna gelmiş futbolcular değildi ve zafer için buradalardı. Bu karakterler ile şampiyonluk şansının arttığı kanıtlanabilirdi ve bu henüz ilk senede kanıtlandı. Bu çok önemliydi.

Ali Sami Yen’de attığın gol… 

Bu da hiç hafızamdan çıkmayan maçlardan biri… Güney Amerikalı arkadaşlarıma hep anlatırım. Futboldaki rekabeti anlamak için, bir Fenerbahçe – Galatasaray derbisini mutlaka yaşamalısınız! O gün Galatasaray stadındaki atmosfer, benim gibi orada ilk kez oynayan biri için, bu derbinin dünyanın en büyüğü, ya da en büyük üç derbiden biri olduğunu gözler önüne seriyordu. Bunu teninizin derinliklerinde hissediyorsunuz. Ama bir yandan da, bu benim kişiliğimin bir parçası, hızlı bir şekilde derbi ruhuna uyum sağladım. Genel olarak derbiler benim için iyi geçti, birçok gol attım, kazandım, kırmızı kartlar gördüm, oyundan atıldım ama yine de bunlar benim için çok özel anılardı.

Sevilla maçı

Fenerbahçe’ye gelmeden önce Uruguay milli takımının bir oyuncusuydum ve Sao Paulo ile Libertadores şampiyonu olmuştum. Avrupa kulüplerinden teklifler vardı. Sevilla bu kulüplerden birisiydi ve oldukça iyi bir teklif ile gelmişlerdi. Ama Fenerbahçe’yi seçme sebeplerim; büyük bir takım olması, her zaman şampiyonluğa oynaması ve üst düzey turnuvalarda süreklilik sunması ve ayrıca bir Uruguaylı olarak Fenerbahçe’deki futbol kültürünün bana uyacağını bilmemdi. Bu yüzden Fenerbahçe’ye gelmeye karar verdim. Sevilla’ya oranla kazanma kültürü Fenerbahçe’de daha fazlaydı. Ayrıca Fenerbahçe’de meydan okumalara alışkın çok sayıda milli futbolcu ve Latin Amerikalı oyuncu yer alıyordu. Ne kadar meydan okuma olursa o kadar iyidir. Sevilla’nın da iyi bir kadrosu vardı. Luis Fabiano ve Dani Alves gibi önemli oyuncular vardı ama biz bu eşleşmede daha iyi olduğumuza inanıyorduk. Gerçekten de daha iyi bir takımımız vardı ve bu mantalite Avrupa’da kıyasıya mücadeleler vermemizi sağladı. Zaten ben oldum olası Türk kulüplerinin neden Avrupa’da daha ileriye gidemediklerini, daha rekabetçi olamadıklarını kendime her zaman sormuşumdur. Daha iyi olduğumuza inanarak başladı her şey ve yanımızda Fenerbahçe’nin devasa gücü vardı; yapısal açıdan, stadyum açısından, alt yapı açısından, taraftar açısından… Sürekli rekabetin içinde olmak için. Bazen şampiyon olursun, bazen kaybedersin ama sürekli olarak Avrupa’da olmak zorundasın. Bu gerçeği fark edip kabullenmiştik. Sonuçta sahaya çıktığımızda Avrupa’nın kalanına kıyasla kendimizi denk veya üstün görüyorduk. Bu mantaliteyi, aynı kafa yapısına sahip oyuncularla kurgulayabilirsiniz, öyle değil mi?

Fenerbahçe’deki ikinci sezonun hakkında neler söylersin? 

Oynayamadığım maçlar, atıldığım için değil mi?  Sonuçta neredeyse hiç sakatlanmadım. Fizik olarak güçlüydüm ve kendime hep çok iyi bakardım ama Fenerbahçe’de bünyeme kattığım, aslında bizzat da sahip olduğum tutku yönüm beni bazen hata yapmaya itti. Birkaç kez oyundan atıldım, cezalı duruma düştüm. Bu yönümle gurur duyduğumu söyleyemem fakat pişmanlık da duymuyorum. Ben ne yaptıysam kalpten yaptım. Takımım için savaşarak, kazanmayı isteyerek. Zaman zaman hatalar oluyor ve beraberinde bedeller ödeniyor. Tıpkı o sezonda birçok maçı kaçırarak ödediğim gibi…

Türkiye Kupası’nda gördüğün 2 kırmızı kart gündemdeydi… 

Aslında az önce söylediğim gibi… Diğer yandan fazla üzerime gelindiğini düşünüyorum. Aslında kötü bir şöhretim olmuştu. Zaman zaman hakemler bana kolay kart gösteriyordu. Suçu onlara da atmak istemiyorum, bu sorumluğu paylaşmak zorundayım. Çünkü sert futbol oynuyordum. Derbileri de öyle oynamalısınız, değil mi? Taraftar sizden bunu bekliyor. Sert ve güçlü olmalısınız. Gördüğüm kırmızı kartlardan biri ise tamamen hatalıydı. O kırmızı kart hem beni, hem de takımımı haksız yere cezalandırmış oldu. Bu da Türk futbolunun bir diğer konu başlığı. Bazen hakemler insanı hayal kırıklığına uğratıyor.   Ama daha önce de söylediğim gibi, sertlik benim oyun karakterimin bir parçası. Bu benim için, taraftarın tutkusunu sahiplenme yöntemim. Hep sınırlarda, hep sınırları zorlayarak oynarım. Bazen de o sınırları aşarım. 

Bursaspor’un şampiyon olduğu sezondaki Trabzonspor maçı hakkındaki düşüncelerin neler?

O gün Fenerbahçe’deki en trajik ve üzücü günümü yaşadım. Taraftarımız için de öyle olmuştu zira bir maç daha alsak şampiyonduk. Sanırım o sezonun en iyi futbolunu oynamıştık. Yaklaşık 25 gol pozisyonuna girdik. Defans çıkardı, kaleci kurtardı, direklerden döndü… Baskı üstüne baskı kurduk. İnanılmazdı çok, o gün şans kazanmamızı istemedi. En iyi oyunumuzu oynadık fakat kazanamadık çünkü şans faktörü bizi cezalandırdı. Gerçek bir trajediydi. Bu futbolun bir parçası. Ama hala o maçı sindirebilmiş değilim. O sezon Güney Afrika’daki dünya kupasında da Uruguay kaptanı olarak görev almış ve yarı final oynamıştım. Avrupa kulüplerine gitme fırsatım vardı. Özellikle İtalya’dan teklifler vardı ve ben Avrupa’ya adım atmaya kararlıydım. Kararım neredeyse kesindi ama bu yol kazası ve şampiyonluğu kaybetmemiz beni Fenerbahçe’de kalmaya itti. Şampiyonluğu kaybetmiştik ve bu şekilde çekip gidemezdim. Buradan şampiyon olarak ayrılmalıydım. Kafaya koymuştum. Şampiyonluğu kazanabilmek için özellikle bir sene daha kaldım. 

Ve son şampiyonluk… 

O sezonki meydan okumamız özellikle bir önceki yıl olanlardan sonra şampiyon olabilmekti. 2010’da Bursaspor şampiyon olmuştu ya… Bu durum onurumuzu yaralamıştı. İyi bir ilk yarı geçirmedik. Üçüncü veya dördüncü mü bitirdik, hatırlamıyorum. Ama şunu hatırlıyorum, Antalya’daki devre arası kampında takımın lider oyuncuları Alex, Emre, Volkan ve Aykut Kocaman ile bir toplantı yaptık ve sezonun ilk yarısında yapamadıklarımızı düzeltmek ve şampiyon olmak için söz verdik. Hepimiz hırs ile elimizden gelenin fazlasını yapmak için ant içtik ve devamında çok iyi bir ikinci yarı geçirdik. Bazen iyi, bazen kötü oynuyor fakat yine de ligin 2. yarısında tüm maçları kazanıyorduk. Ben atıyordum, Alex atıyordu… Ve sonunda ligi şampiyon olarak bitirdik. Bizim için bir ilk gibiydi. Çünkü bu, önceki sezonun hırsıyla kazanılan bir şampiyonluktu. 

Fenerbahçe’den ayrılma sürecin ile ilgili neler söylersin?

Söylediğim gibi, önceki sezon Avrupa biletini cebime koymuştum fakat tekrar şampiyon olabilmek için kalmıştım. 2011 yılında Avrupa’dan farklı teklifler aldım. Katar fonu tarafından satın alınan Paris Saint-Germain ve Premier Lig takımlarından. Nasıl ki Sao Paulo’da dört sene kaldım, şampiyonluklar kazandıktan sonra ayrıldım… Fenerbahçe’de de beş yıl kaldım, şampiyonluklar kazandım ve ayrılma zamanı gelmişti. Oyuncu için her zaman değişiklik motive edicidir. Daha doğrusu onu gelişmeye zorlar. O yüzden yeni bir zorluğu göğüsleme kararı almıştım. Burada beş yıl ve şampiyonluklardan sonra bıraktığım imajımla… Yaşımla beraber performansımın da düşmesini beklemektense zirvede ayrılmayı istedim. Kulüple yaşayabileceğim sorunlardan bağımsız olarak ayrılma kararımı vermiştim. Herhangi bir pişmanlık duymuyorum çünkü kazandığım başarıların ardından gönülden verdiğim bir karardı. Şampiyon olarak, iyi bir imaj bırakarak gitmek istiyordum. Zirvede ayrılmak istiyordum. Aksini düşünemezdim. İşte bu yüzden de bugün bile Fenerbahçe taraftarı beni böylesine büyük bir sevgiyle anıyor. Düşündüğüm ve yaptığım buydu.

Ülkelerin derbi kültürleri hakkında ne söylersin? 

Eşsiz! Çılgın! İnanılmaz! Dünyanın neresine gidersem söylerim. Nacional – Penarol derbilerini oynadım. Sao Paulo – Corinthians maçlarını oynadım. PSG – O. Marsilya oynadım. Cerro Porteno – Olimpia maçlarına çıktım ki o da Uruguay’ın en büyük rekabetlerinden biridir. Milli takımlar seviyesinde Uruguay – Arjantin ve Uruguay – Brezilya maçlarında oynadım ki bunlar da büyük ezeli rekabetlerdendir ama Fenerbahçe – Galatasaray maçları çok farklı. İnanılmaz! Futbolu bırakmış oyuncular için böylesine maçların keyfini çıkarmış olabilmek paha biçilemezdir. Futbolu bıraktıktan sonra arkalarında bırakabilecekleri en büyük mirastır. Öylesine bir çılgınlık, öylesine bir tutku. Olağanüstü bir adrenalin. Anlatılması zor. Bugün bile hala anlamakta zorluk çekiyorum. 

25 derbi – Kadıköy’de kaybetmeme… 

Sao Paulo’da dört sezon boyunca Palmeiras ve Corinthians’a karşı 18 derbi oynadım ve hiçbirini kaybetmedim. Kulübün tarihi boyunca hiç derbi kaybetmediği başka bir dönem yok! Uruguay – Brezilya maçlarında ise yalnızca bir kez kaybettim, üç kez de berabere kaldım. Bu tür maçlarda şans hep yanımda oldu. Şansın yanı sıra tavır, hırs ve ama en önemlisi taraftarların hislerine olan saygım söz konusu. Çünkü taraftarların hissettikleri unutulmamalıdır.   Bu karşılaşmaların sıradan bir maçmış gibi oynanmaması lazım. Bu maçlar bazen şampiyonluğa bedeldir! Fenerbahçe taraftarı ile hislerimiz çok benzerdi. Bu yüzden onların ruh halini benimsemek benim için kolay oldu. İşte bu nedenle Fenerbahçe taraftarı beni çok severken Galatasaray taraftarı beni hiç sevmez. Statlarına gitsem herhalde hiç iyi karşılanmazdım, bilemiyorum ama bu bile sana duydukları saygıyı ortaya çıkarır. Seni sevmezler ama bir o kadar da saygı duyarlar. Sonuç olarak, tüm bunlar benim için miras değerinde; derbilerdeki bu çılgınlığı ve yoğunluğu içselleştirebilmek. Benim için olağanüstüydü.

Hırçın ve agresif…

Bu benim futbolu hissetme şeklim. Gerçekten bazı durumlarda sınırların biraz ötesine geçtim ama benim oynama şeklim, futbolu hissetmek. Ve her zaman sınırlarda… Benim için futbol bir çarpışma. Bu oyunda kendi taraftarınızın mutlu olması için rakiplerin üzülmesi gerekir. Çünkü bu bir oyun ve kazanmak için neredeyse her şey mübahtır.  Sadece iyi olan kazanmaz. Bazen de fiziksel olarak, mental olarak, ruhen hakimiyet kuran kazanır. Futbol böyle bir şey. Bana göre Türkler de bu karaktere sahip. Agresif mi, bilemiyorum. Evet, güçlü ve sert bir oyuncu olduğumu söyleyebilirim…Buna şüphe yok. Ama agresif olduğum zamanlarda mutlaka cezalandırılmışımdır. Ama çoğu zaman yoğunluktur, tutkudur, en iyiyi yapma isteğidir fakat aynı zamanda fiziğimden faydalanma yöntemimdir.

Hakemler hakkında ne düşünüyorsun?

Hatırlıyorum da, Rusya’daki dünya kupasında FIFA’nın organize ettiği oteldeydik. Hakemler de aynı otelde konaklıyordu. Cüneyt Çakır da orada olduğumu biliyordu ve lobide beni beklemiş. Bana “Türk bir hakem seninle konuşmak istiyor” dediler; Cüneyt ile… Altı yıl geçmiş ama hala benimle görülmemiş bir hesabı mı var!. Daha sonra basına da açıklama yapmış. “20 yıllık hakemlik hayatımda, dünyanın birçok yerde maç yönettim ama yönetilmesi en zor oyuncu Lugano’ydu” demiş. “Başka kimse değil, Lugano’ydu” demiş. Vay be, yönetilmesi en zor oyuncu ben miyim! İşte bu, bazen benim bile göremediğim, hakemlerin insani boyutu. 

En sevdiğin hakem? 

Yok. Ama en sempatiği, az önce de bahsettik ya; Cüneyt Çakır. Ama en sevdiğim değil, çünkü beni iki kere oyundan attı. Fakat en azından sempatik.

En sevdiğin arkadaşın kimdi?

Birçoğu ile çok iyi anlaşıyordum. Kesinlikle Alex, Edu Dracena, Yobo. Diğer yandan Türk oyunculardan Gökhan Gönül, Önder Turacı, Selçuk, Semih… Çoğu arkadaşımla empati kurabiliyordum. Grup içerisinde çok sempatiktim. Saha içerisinde gördüğünüz o agresif hallerim yoktu. 

Seni en çok güldüren olay neydi? 

Şaşırdığım mı? O kadar çok şaşırdığım şey oldu ki…  İlk derbilerde şaşırıyorduk. Neden maçlarda bu kadar çok güvenlik önlemi alınıyor diye. Daha sonra bunun gerekli olduğunu anladık. Böylesi belki de daha iyiydi. Ama daha sonrasında insani temaslar çok sempatikti. Fakat bu tip maçlardaki gergin ortam yine de beni çok şaşırtmıştır. 

Senin için en özel oyuncu?

Pek çok önemli oyuncu karşısında forma giydim. Fakat Ümit Karan ile derbilerde sert düellolarımız oldu. Ama elbette centilmenlik çerçevesinde. Her birimiz takımımız için en iyi olanı yapmaya çalışıyorduk. Kendi arkadaşlarımdan ise elbette Alex’i diyebilirim. Sanırım Türkiye topraklarından geçen en iyi futbolcu o. Aynı zamanda tüm kariyerim boyunca birlikte oynadığım en iyi oyuncu diyebilirim. 

Kılık değiştirme hikâyen? 

Türkiye’den ayrıldıktan sonra da birçok kez derbi maçlara geldim. Fakat sürekli olarak VIP alanlarda izliyor ve maçların keyfine varamıyordum. Böyle yerlerde kendimi sıkışmış hissediyordum. Ben futbolu gerçekten seven birisiyim ve futbolcu olmadan önce bir taraftardım. Türkiye’de tıpkı taraftar gibi bir atmosferi yaşamamıştım. Tek yolu buydu. Birkaç arkadaş kılık değiştirdik, bütün günü bu şekilde Kadıköy’de geçirdik, taraftarların tezahüratlarına katıldık. Yemek yedik. Sonrasında stada gittik. Orada da tıpkı normal bir taraftar gibi tezahüratlar yaptık. Ardından yanımda oturan bir taraftar beni süzmeye başladı. “Lu…” dediği ona sus işareti yaptım. “Eğer sesini çıkarmazsan sana fotoğrafımı ve formamı veririm” dedim. Bu konuşmadan sonra o taraftar sessiz kaldı fakat beni gözünün önünden ayırmadı. Maçın ardından ona fotoğrafım ile formamı verdim. Şansımız vardı, kimse beni görmedi. Çünkü gören olsaydı benim için o sakin ortam kalmayacaktı. O gün maçı kaybettik ama, neyse… Bu benim fikrimdi. Çünkü bir derbiyi tribünde yaşamanın tek yolu buydu. 

Unutamadığın gol… 

Ben hiçbir zaman güzel gol atmadım. Ben bir Alex değilim. O çok güzel goller atardı. Benim gollerim hep zorlayarak atılan gollerdi. Hiçbir zaman güzel değildi ama değerliydi ve üç puan getiriyordu. Sanırım Trabzon, hayır. En güzeli Sevilla’ya kafa ile attığım goldü. Hem önemli hem de güzel bir goldü. Trabzon’a attığım gol de öyleydi.

İki ezeli rakipte iki Uruguaylı…

Muslera tam olarak benim gittiğim gün geldi. Hala da devam ediyor. SONRA SORU GELİYOR. Sonuçta hem Fernando hem de ben Uruguay milli takımında oynamış oyuncularız. Dolayısıyla bu, Türkiye’de büyük bir kulüpte oynama potansiyeline sahip olduğun anlamına gelir. En önemlisi de, Uruguay üç milyon nüfuslu bir ülke.15 kez Güney Amerika şampiyonu, iki kez dünya, iki kez Olimpiyat, pek çok kez de Güney Amerika’da kulüpler bazında şampiyonluklar… Çok güçlü bir futbol kültürümüz var. O yüzden sanırım Uruguaylılar dünyada çok çalışkan, çok asil, çok sadık, yerinde duramayan insanlar olarak tanınır. Sanırım bireysel deneyimlerim de Türk futbolu ile çok örtüşüyor. Kişilik gibi, tutku gibi örtüşen çok nokta var. Belki de sorunun cevabı bundadır. 

Fenerbahçe taraftarı ile ilgili ne söylersin? 

Sanırım dünyadaki en iyi Fenerbahçe elçisi benim. Çünkü sürekli Fenerbahçe taraftarının tutkusundan bahsederim. Gerçekten bu hayatımın çarpıcı bir dönemini teşkil eder. Öyle çok şey yaşadım ki… Bazı şeyleri burada söylerim, bazılarını ise söyleyemem. Arkadaşlarımla, taraftarlarla paylaştığım şeyler var. Türkiye’de her şey o kadar yoğun ve güzeldi ki… Öylesine inanılmaz iniş ve çıkışlarım oldu ki… Fenerbahçe taraftarlarına karşı hislerim, bana verdikleri sevgi için içten bir müteşekkirlik olarak ifade edilebilir. Sanıyorum bu kadar çok sevgi almış biri olarak onlara borcumu asla ödeyemem. Her şey iyi gitti, goller attım, şampiyon olduk. Elimden geleni yaptım ama karşılığında aldığım sevgi, onlara verdiklerimden çok daha fazlasıydı. Umarım bu ilişki ilelebet sürer. Her zaman şunu söylerim: “Bunca şey için teşekkür, bu kadar azı için de özür dilerim.”

“Türkçe öğrenmeyi isterdim” 

Aslına bakarsan aradan 10 yıl geçtikten sonra bugün Türkçe öğrenmemek içimde ukde kaldı. Sonuçta geçen beş sene zarfında Türkçe öğrenmeliydim. Kültürden tarihe, şehirlerden inanç konusuna kadar Türkiye hakkında çok şey öğrendim. Bir şey hariç, o da dil. Neden? Dürüst olayım; Edu ile birlikte imza attık ve bütün gün Kadıköy civarında bisiklet sürdük. Sonra aradan bir hafta geçti. Popüler kültüre ve basına aşina oldukça, 20 tane günlük spor gazetesi çıkıyor, her gün 50 tane futbol programı yayınlanıyor, herkes sürekli olarak Lugano’dan ve Fenerbahçe’den bahsediyor. Yok dedim! Hakkımda söylenen her şeyi anlarsam konsantrasyonumu kaybederim diye düşündüm.   Bu yüzden futbolun bu yönünden kendimi sakınıp yalnızca top oynamaya odaklandım. Bu da bana çok yardımcı oldu. Düşünsene sürekli hakkımda yapılan eleştirileri dinleseydim… Bunların hiçbiri bana ulaşmıyordu. Ben sadece antrenmanıma ve maçlarıma odaklanıyordum. Türkiye’de huzurlu bir hayat yaşadım. Kafam rahattı ve futboluma odaklanıyordum ama bugün pişmanlık duyduğum konu, dil konusundan dolayı daha fazla arkadaş edinememiş olmam. Türk kültürü konusunda da derinleşemedim.  Fakat bu şekilde daha huzurlu bir hayatım oldu. Yoksa delirebilirdim! 

“Kariyerimin ihtişamlı bir dönemiydi…”

Sportif hayatımın en güzel beş yılıydı. En keyifli ve yoğun geçirdiğim zamanlardı. Aynı zamanda 25 – 30 yaş arası ki futbolculuk dönemimin en verimli zamanlarını Türkiye’de yaşadım. Haliyle kariyerimin ihtişamlı bir dönemi olarak anıyorum. Bunlar sadece o beş senelik dönem içerisinde değil, gittiğim her yerde hala söylediğim şeylerdir. Örneğin, Brezilya’da çalışıyorum, sürekli olarak böyle söylüyorum. Uruguay’da, Arjantin’de veya Paris’te… Bunu hep hatırlıyor ve hak ettiği şekilde dile getiriyorum. 

LUGANO’NUN SÜPER 11’İ

Kaleci Volkan. Gökhan Gönül

Sol bek Roberto Carlos

Stoper olarak Servet Çetin ve Egemen Korkmaz.

Orta saha Emre Belözoğlu, Selçuk İnan.

Sol kanat Arda Turan

Sağ kanat Quaresma

10 numarayı sorma, o Alex’tir.

Forvet ise Burak Yılmaz.

Önceki İçerikKartal’da bir “Haller” var ama… Bülent Tuncay, Beşiktaş- Ajax maçını yazdı: Havası kaçmış…
Sonraki İçerikSamsunspor’dan “kadına şiddete” karşı mor forma!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz