Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, gazete satış süreçleri ile ilgili ilginç bir yazı kaleme aldı:

Bir gün gazetelerden okuruz

5 Kasım 1991 günü, Kanarya Adaları’ndaki Tenerife Adası açıklarında demirli olan dünyanın en büyük ve lüks yatlarından Lady Ghislaine’ın güvertesinde dolaşan 67 yaşındaki İngiliz medya patronu Robert Maxwell ayağı kayarak düştü ve hayatını kaybetti.

Bir rivayete göre biraz fazla içmişti ve her şey bir kazaydı. Bazı yakınlarına göre maddi sıkıntılara dayanamayıp intihar etmişti. Daha sonra yayınlanan spekülatif bir kitaba göre ise bu bir MOSSAD cinayetiydi.

Nazilerin işgal ettiği Çekokslavakya’dan kaçan bir Yahudi olan Maxwell, İkinci Dünya Savaşı yıllarında bütün Avrupa’da Nazilere karşı savaşmış, madalyalı bir savaş gazisiydi. Bu sırada öldürdüğü bir sivil Alman belediye başkanı ile ilgili dosya yıllar sonra rakip bir gazete tarafından yeniden açılmıştı. İntihar olduğunu söyleyenler, bu dosya yüzünden başına bir iş gelmesinden endişe ettiğini ileri sürdüler. İsrail’in kurulması için mücadele eden inanmış bir Siyonist olan Maxwell, 1948 Savaşı’nda da İsrail cephelerindeydi, Britanya’daki Daily Mirror ve diğer gazeteleri İşçi Partisi’ni destekleyen gazetelerdi ama bazı gazetelerinde eski Mossad ajanlarının çalıştığı ileri sürülmüştü ve cenazesi de Kudüs’te toprağa verilmişti. Cinayet diyenler de bu geçmişi ileri sürdüler.

Kaza, intihar ya da cinayet her neyse ölümünden bir yıl önce medya tröstü Maxwell, Lady Ghislaine yatıyla Tel Aviv’den İstanbul’a gelmiş, dev yat Boğaz’a demirlemişti. Savaş yılları Nazi işgalinden sonra Çekoslavakya’dan trene atlayıp kaçtığı İstanbul’a bu ziyaretinin sebebi ise sadece turizm değildi.

Maxwell, Erol Simavi’den Hürriyet gazetesinin yüzde 49’unu almak için İstanbul’daydı. 270 milyon sterlinlik teklifi o günler için dudak uçuklatacak bir teklifti. Özellikle de üç yıl sonra Simavi’nin, gazetenin yüzde 25’ini Erol Aksoy’a ancak 16 milyon dolara satabildiği düşünülürse…

Satışa herkes kesin gözüyle bakıyordu. Erol Simavi, siyasi baskılardan sıkılmış, üç ay önce gazete yöneticisi Çetin Emeç’in öldürülmesiyle gitme vaktinin geldiğine ikna olmuş, zarar eden gazetesini devredecek birini aramaya başlamıştı.

Aslında böyle düşündüğünde 74 yıllık bir medya ailesinin veliahtıydı.

Gazetecilik işini miras aldığı babası Sedat Simavi, II. Abdülhamit’in ilk sadrazamlarından, Galatasaray Lisesi’nin kuruluş kararını imzalayan Sürmeneli Safvet Paşa’nın torunlarındandı. Amcası da Sultan Reşad’ın sarayının genel sekreteriydi.

Soylu bir aileden gelmesine rağmen basın işine merak salan Sedat Simavi, 1916 yılında ilk dergisini çıkarmıştı. Bugünlerde torununun oğlunun bir internet sitesi olarak devam ettirdiği Diken de, işgal günlerinde “bükülen dudaklara biraz tebessüm vermek” sloganıyla çıkardığı İstiklal Harbi yanlısı bir siyasi mizah dergisiydi.

Uzun yıllar çıkacak haftalık Yedigün ve sert bir Kemalist ve milliyetçi mizah anlayışı olan Karagöz gibi Babiali’de 58 dergi çıkarıp batırmıştı. 59’uncu işi Hürriyet gazetesiydi.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından demokrasiye doğru ilerlerken yayına başlayan Hürriyet’in 1 Mayıs 1948 günkü ilk sayısının birinci sayfasında hem Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün hem de Demokrat Parti’yi kuran Celal Bayar’ın yazıları yer almış, gazete ilk günden tarafsızlık mesajı vermişti.

Hem baskı kalitesi, hem fotoğraflara daha önceki gazetelerde olmadığı kadar yer vermesi hem de o güne kadar edebi dille yazılan haberleri basitleştirip, kısaltmasıyla Hürriyet, hala devam eden bir basın ekolünün öncüsü oldu.

Bu geniş imkanlar ve baskı kalitesi rakiplerinin, gazetenin “Burla Birader”lerin desteğiyle yani Yahudi sermayesiyle kurulduğu dedikodularını çıkarmasına neden olmuştu. Simavi, yedi ceddinin Türk olduğunu, Burla Kardeşlere borcunu ödediğini söyleyerek iddiaları reddetti.

Yetmedi gazetenin logosuna Türk bayrağı koydu. Bundan 10 gün sonra da bayrağın yanına “Türkiye Türklerindir” sloganı eklendi. Bir de “Mecburi bir açıklama” diye bir yazı yazdı:

“Ben Yirmi beş seneden beri Türkiye’nin en çok satan mecmualarını çıkararak topladığım para ile bu gazeteyi kurdum. Çok zengin dostlarıma ve yalnız imzam mukabilinde bana kredi açabilen milli bankalarımıza rağmen bu gazeteye on paralık yabancı sermaye sokmadım. Ben yüzde yüz su katılmamış bir Türküm ve Türklüğün ideallerini tahakkuk ettirmek için bu gazeteyi çıkarıyorum. “Hürriyet”in ilk nüshasında çıkan başyazımda dediğim gibi bu memlekette hakiki demokrasinin tahakkuku için çalışıyorum. Şahsi emellerim yoktur.(…)Ne hazindir ki “Hürriyet”in bu muvaffakiyetini çekemeyenler şimdi onun Yahudi sermayesi ile çıktığını söylemeye kadar varıyorlar. Bu meyve veren ağaca, zayıf kimseler, kabiliyetsiz ve sinsi şahsiyetler taş atarak zayıflatacaklarını zannediyorlar… Gülerim onların bu beyhude zahmetine. Tekrar ediyorum: “Hürriyet” benim şahsi sermayem ile çıkan yüzde yüz bir Türk gazetesidir. Makinelerimde, kağıdımda beş paralık olsun kimsenin hissesi yoktur.”

Aslında gazete “yerli ve milli” çizgisini ilk sayılarından itibaren ortaya koymuştu. Eğer Türkiye’de bir Kıbrıs meselesi varsa bu aslında Sedat Simavi’nin Kıbrıs’ı mesele yapması sayesinde olmuştu.

Sakız Adası’nda mutasarrıf olan babasının mezarının Rumlar tarafından tahrip edilmesi, Kıbrıs’a bir gezisi sırasında Müslüman Türklerin Hristiyanlaştırıldığını öğrenmesi üzerine, Türkiye’de kimsenin gündeminde olmayan Kıbrıs’ı 1948’den itibaren gazetenin sayfalarına taşımıştı.

“Kıbrıs Türktür” cemiyetinin kurulmasına da ön ayak oldu. Hatta ısrarlı yayınları üzerine 1953’de dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur” dedi. Bu açıklamayı “Gaflet” başlığıyla manşet yapan Simavi’yi Köprülü mahkemeye verdi. Ağır ceza mahkemesinde Kıbrıs için yargılanan Simavi, bir ay sonra 57 yaşında hayatını kaybetti.

Yerine geçen oğulları Erol ve Haldun Simavi de aynı yayın çizgisini izlediler. 6-7 Eylül 1955 olaylarına giderken, Hürriyet’in İstanbul’da Patrikahane ve Rumlar aleyhine yaptığı milliyetçi yayınlar da etkili olmuştu.

Simavi ailesi daha sonra iktidarlarla zaman zaman çatışmalar yaşasa da çoğunlukla dostane ilişkiler içinde oldu.

En ciddi çatışmalardan biri Haldun Simavi’nin çıkardığı Günaydın’ın Başbakan Süleyman Demirel’i, eşi Nazmiye Demirel’in yasak ilişki yaşadığı bir işadamının öldürülmesiyle ilişkilendiren manşeti üzerine, muhabirin tutuklanması, Haldun Simavi’nin yabancı hizmetçisinin casus diye sınır dışı edilmesine neden olan krizdi.

Hürriyet ve Erol Simavi ise en büyük çatışmayı, ailece görüştükleri, hatta köşkün mutfağında Semra Hanım’a fal bakacak kadar yakın oldukları söylenen Başbakan Turgut Özal’la yaşamıştı. Özal’ın çocuklarının hayatları, yolsuzluk hikayeleriyle gerilen ilişkiler, Özal’ın gazete kağıdına fahiş zammıyla kopmuştu. Erol Simavi, 19 Nisan 1988 günü Hürriyet’in sürmanşetinden medya tarihine geçen “Sayın Başbakan” diye başlayan açık mektubu yayınladı:

“Sayın Başbakan,
Sevdiğimiz, beğendiğimiz umut bağladığımız kişiydiniz. Şimdi itiraf edeyim, sizi artık tanıyamıyorum.
Hele şu sıra:
By-pass denilen cerrahi işlemin (..) sizde uyandırdığı etkiyi iki kelimeyle özetleyebilirim:
Basından nefret!
Sağlık seferinizden dönüş gününden beri bizleri köşeye sıkıştırma çırpınışı içindesiniz. Elhak, başarıyorsunuz da… Yetinmiyorsunuz, daha daha daha sıkıştırmayı düşlüyorsunuz.
Siz şu by-pass gerçeğini yaşıyorsunuz, ama bir başka gerçeği unutuyorsunuz:
Dev bir çomar olup, mini mini bir tekirin üzerine hamle ederseniz bile onun, can havliyle atılıp yüzünüzü, gözünüzü tırmalayacağını…
Elbette ki ne siz o yaratıksınız, ne de bizler öteki…
Ama üzerine basa basa söylüyorum:
Bizler hancıyız, sizler öyle de, böyle de yolcu…
Bazı akşamlar, televizyonumun penceresinden sizinle yüz yüze geliyorum:
Bakıyorum, (..) avaz avaz bağırıyorsunuz. Kelimeleri, dudaklarınızdan hem püskürtüyor, hem de adeta çevreye saçıyorsunuz:
‘Basın yalan yazıyor!’
Ben de işte asıl o zaman isyan ediyorum:
Hayır sayın Başbakanım!
Basın yalan yazmıyor. (..) Bizlerin arasında, bırakınız yalan haberi, yanlış habere bile tahammül gösterecek meslektaşım yoktur.
Kabul ediyorum: Devr-i şahanenizde basın sevilmiyor. Gazetelerimizin kamuoyunda cana yakın bir görüntü taşıdıklarını da sanmıyorum. Sizin de olayı içinizin yağları eriyerek körükleyişinize her gün tanık oluyorum. (..)
Bu ne kişiliksiz düzendir ki, parmağınızın bir işaretiyle pazar günü olmasına rağmen savcılar çalışır, gazete toplatır. Bu ne onurdan yoksun devlet kuruluşlarıdır ki, yine bir göz kırpmanızla kâğıdımıza katmerli zammı bindirir.”

Mektup ağırdı ama kavga uzun sürmemişti. 12 gün sonra Ankara’daki Hürriyet’in 40. Kuruluş kutlamasına Başbakan Özal da katıldı. 12 Mayıs 1988’de Özal, Sedat Simavi’ye kırmızı pasaport vermiş, 25 Eylül 1988 günü medya patronları için düzenlenen bir toplantıda, enflasyonla ilgili zor bir soruyu Özal adına mikrofonu alan Erol Simavi cevaplamıştı.

Yine de Haziran 1988’de ANAP Kongresi’nde Özal’a yönelik suikast girişiminden 10 yıl sonra kardeş Korkut Özal, Erol Simavi’nin de işin içinde olabileceğini söylemiş, Semra Özal ise iddiayı yalanlamıştı.

İşte 1990 yılının yazında Erol Simavi, böyle çalkantılı bir sektörde, zarar ederken, Çetin Emeç cinayetinin travmasını atlatamamışken, Maxwell’den gelen teklifle heyecanlanmıştı.

Görüşmeler sürerken, siyaseti ve gazetelerde görünmeyi çok seven Maxwell yatını Ataköy marinasına çekti ve gazetecileri basın toplantısı yapmak üzere yatına davet etti. Basın toplantısı için yata çıkan gazetecilerden, yatın döşemeleri çizilmesin diye ayakkabılarını çıkarmaları istendi. Ve başladı Maxwell anlatmaya;

“Özal’a hayranım. Körfez bunalımındaki tutumundan dolayı kendisine tüm Avrupa adına teşekkür ettim” Maxwell hızını alamayıp “Biraz da iç siyasetten konuşmak istiyorum” deyip, muhalefet liderlerini eleştirmeye başlamıştı: “Demirel’in Çankaya’ya çıkmaması çok yanlış, İnönü’nün yurtdışında Özal’ı eleştirmesi çok garip”.

Zengin işadamı konuştukça açıldı: “Soğuk savaş biterken Türkiye’nin yeni bir misyonu olacaktır. AT’ye tam üye olması gereken Türkiye AT ile İslam dünyası arasında köprü görevi görecektir.”

Ülkenin en büyük gazetesinin yarısını almak üzere olan yabancı bir medya patronunun iç siyasetle ilgili sözleri muhalefeti ayağa kaldırmıştı. İnönü “Anlaşılan sadece gazete sahibi olmak için değil, belli çevrelerin sözcüsü olmak için Türkiye’ye gelmiş” derken, Demirel, “Maxwell de kim oluyor? Kimin sözcülüğünü yapıyor” diye çıkışmıştı.

Ertesi gün gazetelerde Erol Simavi’nin Hürriyet’in yüzde 49’unu Maxwell’e satmaktan vazgeçtiği haberi çıktı.

Yerli ve milli kalmak için büyük bir parayı reddeden Simavi, üç yıl sonra gazetenin yüzde 25’ini 16 milyon dolara Erol Aksoy’a sattı. Daha sonra Aksoy’un iflası, yaşanan sorunlar üzerine 29 Haziran 1994 günü Hürriyet’e Milliyet’in sahibi Aydın Doğan’ın ortak olduğu açıklandı.

Ertesi gün ise çok ilginç bir ziyaret oldu. Erol Simavi, Genelkurmay’a giderek, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e törenle 3 milyon dolarlık bir yardım çeki verdi. Ve bir süre sonra da bir daha dönmemek üzere İsviçre’ye gitti.

78 yıllık Simavi Ailesi’nden sonra geçen hafta 39 yıllık Doğan ailesi de medyadan çekildi.

Haberi ilk olarak bir internet sitesi duyurdu, taraflardan görüş alarak ilk haberi bir Amerikan gazetesi yapabildi, satış kulislerini ilk olarak Hürriyet’ten ayrılmış bir işletmeci yazdı, üzerine en açık yorumlar internetten yayın yapan bir televizyonda yapılabildi. Şunlar işten atılır, bunlar atılmalıdır totosu yapanlar, eski defterleri açanlar oldu.

Bütün bunlar bile bu satışın yapıldığı dönemin medya ortamı hakkında yeterince fikir veriyor.

O yüzden üzerinden uzun yıllar, açılışlar, temel atma törenleri, davetler, uçak seyahatleri, genel yayın yönetmeni değişiklikleri, yazılarına son verilmiş yazarlar geçmesine rağmen sanki dün olmuş, sanki 15 Temmuz’da bu grubun binası darbeciler tarafından hiç basılmamış gibi konuyu 28 Şubat’a, eski hasımlıklara bağlayarak, sanki medya-siyaset ilişkileri rayına girmiş gibi ‘pijamalı Başbakan karşılaşama” fotoğraflarını öne sürerek, daha kötüleri atılmış ve hala atılmakta olan eski manşetleri, kötü gazetecilik örneklerini hatırlatarak anlaşılacak bir durum yok ortada…

Hele bir zamanlar statükocu olmakla suçlanan, esas sahibinin devlet olduğu söylenen, Türkiye Türklerindir ibaresi yüzünden suçlanan bir gazetenin bugün el değiştirince artık “yerli ve milli” olduğunun söylenmesi herhalde tarihin bize kötü bir şakası olsa gerek…

Türkiye’de gazetecilik yapmak kadar gazete sahibi olmak da her zaman zor oldu.

Hem iktidarlar muhalefetten ve eleştirilmekten pek hoşlanmadığı için, hem de gazeteciler ve gazete patronları gazetecilik sınırlarıyla yetinmeyip, iktidar oyunlarını sevdiği için…

Gazetecilik her zaman siyasi davaların, ekonomik faaliyetlerin bir aracıydı, her devir kendi medyasını ve gazetecilerini yarattı. Okurlar da medyadan gerçeklerden önce, ne kadar haklı olduklarını duymak istediler.

O yüzden medyada uzun ömürlü kurumsal yapılar, uluslararası standartlarda gazetecilik ekolleri oluşamadı.

Yanlışı ile doğrusuyla, bir toplumsal kesimi temsil eden, kar eden, kurumsal bir kimlik yaratmayı başarmış, 39 yıllık bir medya ailesinin de bu işi bırakması ilk önce bu köksüzlüğün devamı anlamına geliyor.

1876’dan beri Matbuat Kanunlarında serbest olduğu söylenmesine rağmen, Türkiye’nin geçmişinde gazeteciliğin sırtını dayanacağı Amerikan Anayasası’nın Birinci Ek Maddesi gibi garantiler, gazeteciliğin bir toplumun sağlığı için vazgeçilmezliği üzerine genel kabuller, iyi örnekler, tecrübeler ve tabii bütün bunlar için bir toplumsal talep de yok.

Aslında Anayasası’na 1791’de fikir, basın, ibadet özgürlüğünü garanti altına alan ek bir madde koymuş Amerika’nın da bu maddenin tam olarak gereğini yapması ancak yaşanan acı tecrübeler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yüksek Mahkeme’nin verdiği kararlarla mümkün olabilmişti.

O yüzden The Post filminde hikayesi anlatılan Washington Post’un sahibi Katharine Graham, 1971’de Savunma Bakanlığı’nın Vietnam’da yapılan yanlışlarla ilgili iç raporunu, bunu bastığı için yanını durdurulan New York Times’dan sonra gazetesinde yayınlamak için uzun süre düşünmüştü.

Ama hem onun gibi patronların cesareti hem de 190 yıl önceki “Kongre basına sansür yasası yapamaz” maddesini “basın özgürlüğünün ülkenin güvenliği ve kamusal tartışma için esas olduğunu” söyleyerek genişleten Anayasa Mahkemesi’nin kararları üzerine Amerikan medyası kendi gazetecilik geleneğini ve kültürünü inşa etti.

Belki de Türkiye’de tüm bu yaşananlar sonunda toplumun medyadan haklı çıkmayı, siyasi propagandayı değil, gerçeği talep edeceği, devletin medyada açık bir kamusal tartışmanın ve sorgulamanın, ülkenin bekası ve toplumsal barışı için kıymetini teslim edeceği, gazetecilerin mesleklerinin aktivistlik ya da dava adamlığından insanlık için daha hayırlı bir iş olduğunu ve ancak uluslararası standartlarda yapılırsa meslek itibarının korunabileceğini fark edecekleri bir olgunluk sınavıdır.

Bu sınavda kimin sınıfı geçip kimin kaldığını da muhakkak bir gün yine gazetelerden okuruz…

Önceki İçerikYılmaz Güney PKK’ya karşıydı… Eşi Fatoş Güney’den çarpıcı röportaj…
Sonraki İçerikAltınordu altyapısı UEFA’yı da büyüledi… John Delaney hayran kaldı…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz